Nevzat Süs
Sonra göklere açtı kollarını, yalnızlığını yeşertmek için…
Hayat 10 yaşında bir çocuk için hem eğlencelidir hem de sıkıcı. Gerçi hayat 40’ında da buna benzer. Çoğu zaman eğlenceli çoğu zaman sıkıcı. Denizin gelgitleri gibidir ya da bir güvercinin kanatları gibi yumuşak ve hareketli.
Henüz 10 yaşındaydım ve aslında aşağı yukarı hatırladığım beş yıllık bir ömrüm vardı. Beş yıla ne sığardı ki? Beş yıllık plan(!) İlk beş yılda hislerinle kavrarsın çevreni, ikinci beş yılda hislerini sınarsın belki. Benim için henüz sınama aşamasındayken, annem ve babam şehir değiştirme kararı aldılar. Hiç bana sormadılar, gidiyoruz dediler, o kadar. Tabi ya, bana soracak halleri yoktu. Ne diyebilirdim ki? “Bir dakika ikinci beş yıllık sınama hayatımı yaşıyorum, şimdi bir yere gidemeyiz” GİTMEK…
Bir insan neden şehir değiştirir? Neden kök saldığı yerde durmaz? Galiba gitmek ya da şehir değiştirmek insanoğlunun yazgısı olsa gerek. Belki de içimizdeki bu gitme dürtüsü, atalarımızdan kalan göç etme, gıda bulma eylemidir. Kendi gerçeklerimizden kaçmanın bir yolu… Gerçekleşmeyen hayallerimizin suratımıza çarpmasıyla sırtımızı dönüp yürüme isteği. Bir gerçek var ki, o da insanın aslında hiçbir yere ait olmak istemeyişi. İster dürtülerimiz olsun ister kaçış, yerleşememe hali her zaman baskın gelir ömrümüze. Belki de bulunduğumuz yer gittiğimiz yerdir, kim bilir?
Peki ya 10 yaşındaki çocuk olarak ben neyden kaçıyordum, hangi hayallerimi gerçekleştiremedim, hangi hayallerimin tokadını gördüm suratımda? Henüz yarısı kadar sınadığım ömrümün büyük kaçışının içinde buldum kendimi, istemeyerek de olsa. Artık start hakemi -ki kendisi babam olur- çıkışı vermiş, yarış başlamıştı.
Şehre girdiğimizde ev eşyalarını taşıyan kamyon da arkamızdan geliyordu. Ne annem ne de ben babamın bize laik gördüğü evi henüz görmemiştik. Bu yüzden ikimiz de neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Arabanın camından gördüğüm kadarıyla şehrin garip bir yapısı vardı. Evler ve binalar asimetrik, düzensizdi. Ürkünçtü bu durum. Eski birkaç katlı evlerle binalar yan yana aralarında birbiriyle ilişki kurmasını engelleyen garip boşluklar vardı. Bu boşluklar orada yaşayan insanların hiçbir zaman düşünmedikleri, sadece öyle olması gerektiğini hissettikleri için yapılmıştı sanki.
En sonunda işlek bir caddede durduk. Caddenin sağında dar bir yol hafif yokuş kıvrılarak dağa doğru uzuyordu. Yoksa yeni evimiz bir mağara mıydı? O dar yoldan eşyalarımızı getiren kamyon geçemeyeceği için, eşyalarımız başka küçük bir araca yüklenecekti o araç da birkaç seferde o kıvrımlı yoldan çıkarak yeni evimize getirecekti eşyalarımızı ve tabi oyuncaklarımı da.
Babam, annemi ve beni o dar yoldan eve doğru götürürken yol üzerindeki evleri inceledim. Hepsi de küçüktü. Şimdi burada insanlar mı yaşıyordu yoksa tarihin başka dönemlerinden çıkıp gelen küçük insanlar mı? Kafamda bin tane soruyla annemin ve babamın arkasından yürüyordum. İlginçtir hiç tanımadığımız bir coğrafyada yaşayan insanlar sanki başka bir çağın insanıymış gibi gelir bana. Belki de bu yüzden böyle düşündüm. Demek çocuk yaşta bile yabancıları kendi kurduğumuz dünyanın dışında gördük. Sanki bizim dünyamız var da, onların yok gibi. Sanki bizi gördüklerinde evlerinin pencerelerinden gizlice perdeleri aralayan ve bize vebalıymış gibi bakan insanlar gibi.
Sonunda yeni evimize geldik. Hayır, mağara değilmiş. Çünkü kapısı var! Babam cebinden çıkardığı oldukça iri anahtarla kapıyı açtı. Daha önce yaşadığımız gibi bir apartman değildi. Kapıdan genişçe bir avluya girip, hemen sağında iki katlı bir yapı vardı. Tam bana göre bisikletimle avluda istediğim kadar tur atabilirdim. Babam anneme odaları tek tek gösterdi, mutfağı, tuvaleti, banyoyu… Sonra tekrar avluya indik.
Avlunun duvar dibinde uzunca bir çiçeklik vardı. Sararmış otlarla doluydu. Belli ki uzunca bir süre kimse burada yaşamamıştı. Sararmış otların kokusu bugün halen burnumdan gitmez. Kokuyu ne zaman hissetsem babamı düşünürüm. Onun herhangi bir işi gerçekleştirirken sanki tüm yaşamı o işe bağlıymış gibi büyük bir aşkla sarılması gelir aklıma. Ve onun kokusunu duyumsarım bugün bile. Çünkü annelerin olduğu kadar babaların da kokusu vardır. Toprağın yarattığı o koku dönüşüp bir babanın kokusu olarak vücudumuzda yaşaması ise bize sadece etten kemikten varlıklar olmadığımızın birer göstergesi sanki.
Avlunun orta yerinde işte o anda fark ettim bir çınar ağacı olduğunu. Sanki bana avluya girerken yüzünü göstermemişti de, önce beni tanımaya çalışmış sonra ben buradayım der gibi avlunun orta yerine koyuvermişti kendini. Sanki bin yıllık bir çınar ağacıydı. Kabukları damar damar, kıvrım kıvrım dalları gökyüzüne kadar uzanan bir dehaydı sanki. İçinde binlerce insanın sözcükleri ve duyguları saklı gibiydi. Fırtınalar, boranlar görmüş asla yıkılmamış bir ahit. Nice varoluşa ve yok oluşa şahitlik etmiş ketum bir sırdaş. Havaya uzanan dalları gökyüzünün o sonsuz mavisini içine, köklerine, damarlarına çeken tanrının bir elçisi gibi duruyordu karşımda. Büyülenmiştim…
Şehirle ilgili tüm yargılarım önce çatırdayıp sonra parçalanmıştı. Beş yıllık aklımın biriktirdiği bütün değerler yerle yeksan olmuş, sanki benim için oraya gelmiş bu çınar ağacına tutulmuştum. Gitmemin bir nedeni haline gelmiş, kendimi bu çınar ağacında yeniden var etmiştim. Bir şehir, insanı birçok nedenden dolayı iter ya da yüreğine çeker. Çınar ağacı beni kendine çekmiş on yıllık ömrümün en önemli sırdaşı haline getirmişti.
Sonra yıllarca yüreğimi açtım ona, içimi döktüm, aşklarımı anlattım, ağladım, güldüm o sessizce dinlerken, olgunlaşan aklımı şekillendirdi. Ve bir gün benim de gitme duygum depreşti. Hani hiçbir yere ait olamıyorduk ya; hiçbir sokağa, hiçbir topluma. Ben de ait olamadım! Çaresizlik ya da arayış ne derseniz deyin. İnsan durmayan giden bir varlıktır. Gitmek insana yakışan en büyük hüzündür.
02.04.2020