Nevzat Süs
Akıl taşlarımızın bir türlü yerine oturmaması ve her durumdan ‘toplumsal bir sonucun’ çıkmayacağı düşüncesi günden güne çoğalarak yayılıyor. Ne bağlam kalıyor ne de durumun öznesi. Hiç kuşkusuz insan her duruma ayak uydurduğu kadar olası durumlara göre pozisyon alabilen tek canlıdır. Aklın yol göstericiliğinden başka sezgisel yaklaşım da olası durumları deşifre eder. Sezgiler yaşanmış olanın akıl süzgecinden geçirilerek bir olasılık yaratma halidir. İşin içine tarih, ekonomi, sınıflar girdiğinde artık konumuz siyaset olmaya başlıyor.
İnsan aklı, otorite ile baskılanmış, otoriteye teslim olunmuş ve sonuç olarak başka otoriter bireyler haline gelerek heba olmuşuz. Kanıksadığımız her şeyin esiri olup, bizim için açtıkları kum havuzunda kovamızı doldurup doldurup boşaltıyoruz. Kuşkusuz bu devinim bizi rahatlatan bir faktör! Fakat tarihe ve insana hiçbir katkısı yoktur. Tarihi değiştirmek kum havuzundan çıkmaya başladığımızda kendini belirgin bir biçimde göstermeye başlar.
Sıkılıyoruz! Huzursuz olduğumuz kadar çabuk da sıkılıyoruz. İrademizi heba eden siyasal sistemin tüm unsurları odaklanmamıza neden olacak bütün düşünce araçlarını elimizden aldıp, yaratıcılığı körükleyen davranış ve zihinsel faaliyetimizi de ortadan kaldırdığı bir hayatın içindeyiz. Düşünce reflekslerimiz de kurutulup heba edilmiş. Bazen birbirinin aynı diye nitelediğimiz şeylerin asla aynı olmayacağını fark edemiyoruz. Bir heykeltraşın iki benzer büstü asla aynısı değildir. Salt zamansal olarak değil, heykeltraşın yorgun olması bile aynı olma niteliğini değiştirir. Biz benzer diye nitelediklerimizin hepsini bir çuvala dolduruyoruz en altta kalanın canı çıkıyor.
Baskıcı sistemlerin tipik özelliğidir, ‘yaratıcılık uygun bir eylem olamaz’. Düşünsel ve beceri olarak yaratıcılık, söylem ve pratik olarak yaratıcılık ne derseniz deyin bilinçsizce ezberletilen hazır şablonların yerini almaya başladığında büyük bir çelişki doğmaya başlar. Çünkü otoriterin koltuğu sallanabilir, kendi akılsızlığı ve beceriksizliği su yüzüne çıkabilir. Hayatın her alanında bu daraltmayı görüyoruz, sonunda küçülerek yok olup gidiyoruz doğrusu. En sonunda heba oluşumuza üzülmekten başka bir şey kalmıyor elimizde.
Çocuk yaştan başlayıp sınav kazanamamanın başarısızlık duygusunda sıkışıp geçiriyoruz ömrümüzü. Yanlış yapma korkusu bu yaşlarda ortaya çıkıyor ve ömrümüzü sarıp, içinde kaybolduğumuz bir örümcek ağına dönüşüyor. İmkânı olan bu ağdan çıkıyor, bir biçimde yol’unu buluyor. Bu ağdan çıkıp yol’unu kaybeden, ağdan çıkma başarısını gösterdiği inancıyla savrulanlar da az değil.
Bize üretmeyi değil hazırcılığı öğreten içinde yaşadığımız koşullardır. Hazırcılık boyun eğmenin olsa olsa bir çeşididir. Yaratma ve var etme uygun bir eylem değildir. Ezberlemek garanti yoldur onlar için. Bilgi, hayal kurma, yaratma edimi düşünce dünyamızı geliştirir. Oysa onlara düşünmeyen yaratmayan bireyler gereklidir. Bu yaşamın her alanına sirayet ediyor, hatta yaratıcılığın körüklendiği sanat okullarında bile. Kendini bulmanın yolu hiçliğini görmekten geçiyor olsa gerek. Varlığımızı yaratanın hiçliğimizle yüzleşmek olduğunu ve kendimizi gerçekleştirmenin yolu olduğunu ne kavrıyor ne de görebiliyoruz. Hep rakiplerimiz var ve kazanmak zorundayız. Yanlış yapmak zayıf yanımızın görülmesi demek oluyor. Ölesiye korkuyoruz zaaflarımızı göstermekten, ölesiye korkuyoruz kendimizle yüzleşmekten. Bize biçilen donun markasına kapılıp ömrümüzü tüketiyoruz.
Hayatın çarpıcılığını görmeden, hissetmeden başka canlılarının kalp atışlarını, duyumsamadan başka yürekleri sert bir kaya gibi yaşayarak yok olup gidiyoruz. Uzun lafın özeti heba olup gidiyoruz.