Goncasen Çoban
Okuduğumuz sayfalarca yazıdan, kitaptan bize kalan cümleler vardır. Bir anıya, yaşanmışlığa en derine dokunan cümlelerdir onlar. O cümleler tam boğazımızda bulunan küçük kutunun içinde saklanan şeylerden kopup gelmiş gibi hissettir insana. E fırlamıştır da artık. Mecbur açılacaktır yanmışlıkların kutusu… Havalandırılacak ve düzenlenip yerine kaldırılacaktır dağılan her şey.
Okuduğum yazıdan bir cümle dokunuyor tam yaşanmışlıklarımın ortasına ve koku kelimesini düşünüyorum şu an şehrin ışıkları bir bir yanarken. Çocukken de çok severdim bunu yapmayı. Her akşamüstü pencerenin kenarına oturur gecenin gündüzü esir edişini izlerdim.
Olağanca kızıllığıyla bir görsel şölen nasıl olurdu da karanlıklara bürünürdü bir anda? Garipserdim.
Evlerin ışıkları yanmaya başlardı sonra tek tek ve sarı sokak lambaları.
Evlerine uçan kuşlar… Ve bir koku. Tam o anın bir kokusu var belleğimde. Bir benzer koku da sabahın erken saatlerinde duyulur. Akabinde fırından yükselen taze kokusuyla karışır.
Taze kesilmiş çimen kokusu
Yağmur tanelerinin toprağa değdiği o ilk an
Her şehrin bir kokusu vardır.
Her evin ve her duygunun.
Şimdilerde hasret kaldığımız nice koku gibi.
Tüm dünya oturmuş pencerelerin arkasına, duyamadığımız kokuları özlüyoruz.
Çocukluğumla yetişkinliğimin arasındaki o eşikte, muhabbet ediyoruz kendimle;
Yanan her evin ışığına bir öykü armağan ederdim ben. O eve bir isim bulup masallar yazardım. Ayrı ayrı hatırlıyorum her birinin kokusunu.
Bunca bilindik hissin içinde bir soru takılıyor aklıma
‘en son kokular unutulurmuş’
Peki, hiç duymadığımız kokular? Onları öğrenemeden unutmak?
Yaşanamamışlığın, paylaşılamamışlığın kokusu?
Ne yetişkinliğim ne de çocukluğum buna bir cevap verebiliyor.
Neyse kalkıp ışığı açmalıyım gece çöktü iyice.
20 Nisan 2020