Tik Tak

Esra Kucur

Yer gri, taşlar gri, gri bir sonsuzluk uzanıyor; ama gökyüzü aynı gökyüzü. Ayaklarından görünmez zincirlerle bağlı birbirine herkes ve sanki hepsinin sırtından ensesine kadar görünmeyen sivri bıçakları var. Gökyüzüne bir kez baksalar, o bıçak geçecek boğazlarından, kendilerinin katili olacaklar ya da kendilerinin kurtarıcısı… Yerdeki ayak izlerini takip ediyorlar. Her biri önündekinin ayak izlerine adımını uydurmalı, yeni ayak izlerine yer yok, kafa karışıklığına gerek yok. Biri, “Kan kokuyor burası” dedi kendi kendine ve yürümeye devam etti. Adım sesleri, bir saatin tik taklarını andırır gibi. Ritmi bozan geride kalır, geride kalan arkasındaki tarafından çiğnenir ve onun arkasındaki tarafından da… İşte burada düzen, böyle işler.

Biri tekrar “Kan kokuyor burası” dedi bu sefer daha yüksek sesle. Herkes bir anda durdu, korku dolu gözlerle ona baktı ve dairesel yürüyüşüne devam etti. Tik tak tik tak… Biri, herkesin neden korktuğunu düşündü. Kendisi yüksek sesle konuşurken korkmamış mıydı? Elbette korkmuştu; ama bu korku kendisine mi aitti yoksa öğretilen bir korkuyu yaşatmaktan başka bir şey değil miydi hissettiği? Peki bu gittikçe dayanılmaz hale gelen kan kokusu… Bu kokuyu yalnız o mu duyuyordu? Onlara belli etmeden etrafına baktı, onları izledi yürümeye devam ederken. Kimi tek başına, bazıları ikili, üçlü, beşli, onlu gruplar halinde. Hepsinin yüzünde aynı korku, aynı endişe. Korku birinden diğerine geçerken daha da büyüyor, daha da şiddetleniyordu.

Biri tekrar, “Kan kokuyor burası.” dedi, “Buradan gitmek gerek”. İlk kez söylüyordu bunu. İlk kez bulmuştu kendi içinde karar verme cesaretini. Diğeri ona fısıldadı; “Yaşamak istiyorsan, yürümeye devam et”. Biri; “Başka şekilde yaşamak mümkün olmalı” dedi yürümeye devam ederken. Diğeri; “Yanılıyorsun” dedi “Çıkış yolu yok”. Biri; “Gökyüzüne bak, ne kadar büyük. Sadece bizi aydınlatması için mi var bu güneş? Başka bir yol daha olmalı, aramalıy..”. Diğeri, Biri’nin sözünü kesti; “Bakma oraya! Kaybolursun gidersen. Gitmek, kaybolmak; kaybolmak, ölüm demektir”. Herkes aynı anda konuşmaya başladı; “Gitmek, kaybolmak; kaybolmak, ölüm demektir”. Sistemin mottosuydu bu söz. Uyuşmuş beyinleri, donuk benizleriyle ona baktılar, bilinen bir duayı tekrar eder gibi durmadan söylediler bu sözü. Sesler yükseldi, korku salgını yayılmıştı. Birinin korkusu, diğerine bulaşıyordu. Yapış yapış bir çaresizlikti bu. Bilgisizce, kaynaksız bu fikri savurup duruyorlardı birbirlerinin üstüne. Tik tak tik tak… Biri; yerdeki ayak izine kendi adımını uydurmaya çalışırken dengesini kaybetti, dairenin dışına düştü. O kan kokusunu duyduktan ve düzenin halini gördükten sonra tabi ki uymayacaktı adımı, yerdeki ayak izine. Ne bu düzene aitti ne de başka bir yere. Uzaktan baktı insanların korkularıyla beslenen bu bataklığa ve tekrar yüzünü çevirdi sonsuzluğa. Nereye, nasıl yürüyeceğini bilemez haldeydi. Yürümemişti ki hiç, hep takip etmişti; fakat artık göze almıştı yok olmayı, öğrenmek uğruna. Gökyüzüne baktı. “Bu güneş, sadece burayı aydınlatıyor olamaz” dedi. Bir sağa yürüdü, bir sola…

Var olabilmek için neler yapıyoruz, neleri göze alıyoruz, ne kazanıyoruz ya da ne kaybediyoruz? Yaşayabilmek için tutunduğumuz düzende gerçekten yaşayabiliyor muyuz yoksa sadece nefes mi alıyoruz? Bu düzen; kimi için içinde bulunduğu toplum, kimi için dayatılan sistem, kimi için birlikte olduğu aile, kimi için yaşadığı mahalle, kurduğu ikili ilişkiler ya da tek kişilik bir hayat…

İnsan neden edilgen olmayı tercih eder? Yok edilenin kendi değerleri, kendi hakları olduğunun farkında olmadan; düşünmeye gerek duymadan yaşar bu hayatı. Kendi cehaletine sarılarak, tüm kötülüklere kucak açar adeta. Kahramana duyduğu gereksinim, kendi sonunu getirir. Ruhunu teslim eder efendisine ve bilgisiz bırakılır ki korkutulabilsin, korkutulsun ki itaat etsin, üzerindeki baskıya boyun eğsin. Böylece kendi doğruları oluşmamış insan, üst bir gücün kurguladığı kıyıcı sistemin içerisinde sıkışıp kalır, bu hayatın dışında başka bir hayat düşünemez ve kendisine sunulan hayatın dışında kalan her şey onu ürkütür. Oysaki en çok efendiler korkar. İtaatkar kitleyi ellerinde tutmak için hep yeni masallar anlatırlar. Bir gün bu kitleyi kaybedeceklerinden korktukça, kitle üzerinde daha çok baskı kurarlar. Ama bir gün masalları tükenir.

Bir sisteme, birine ya da birilerine bağımlı yaşamak, tek başına yetkin hissedememekten doğan bir ihtiyaç; fakat bu hastalıklı durumdan kurtulmak mümkün kimileri için. Karşılıklı bir avantaj ilkesine dayanan bu ilişki psikozuna tutulduğunu kabullenmek; geçmişte üzeri kat be kat toprakla örtülen cesareti, o derin uykusundan uyandırmayı göze almak demek. Fakat kişi; bunu göze alıp harekete geçtikten sonra yürüyemediğini gördüğünde, gerekli metanete sahip olmalı ki, tekrar cesaretiyle vedalaşmasın. Çünkü bilmeli ki; yürümek öğretilmedi ona, takip etmek öğretildi, karar hep başkası tarafından verildi. Korku dünyası kurulup bu dünyada yaşamaya devam etmesi için itinayla, düzenli bir şekilde, büyük dozlar halinde endişe enjekte edildi. Keşfetmek değil, sunulanla yetinmek, sunana itaat etmek en büyük erdemdi ve bu erdeme herkes sahip olamazdı. O, şanslı olanlardan biriydi ve bunun değerini bilmeliydi.

Bu kıyıcı sistemin görünmez kurallarını kendi küçücük hayatlarımızda da beslemekteyiz. Bazen tek başımıza, bazen iki ya da daha fazla kişiyle kabuğumuza çekilip bilinçli ya da bilinçsizce kendi kurallarımızın olduğu başka bir düzen yaratıyoruz; fakat bu düzen çoğu zaman dışarıdaki düzenin bir yansıması oluyor ve her şey bir döngü halinde sürekli başa sarıyor. Ya birine bağımlıyız ya da birilerini kendimize bağımlı hale getiriyoruz. Kendi sistemimizin efendisi ya da kölesiyiz bir nevi. Çoğu zaman bilinçsiz gelişen bu durumda efendi rolünü üstlenen, karar verme yetisine sahip olmanın getirdiği tatminin keyfini çıkarırken; köle cehalet içerisinde kendisine uzatılan korku çubuğuna sıkı sıkı sarılıp kendisine sunulan hayatta var olmaya çalışıyor. Elbette hiçbir yaşam başka bir yaşama değmeden, ondan etkilenmeden oluşamaz; fakat bu yaşam ne kadar bizim ellerimizle yoğruldu? Kimin kurguladığı hayatta kimin hayalini yaşıyoruz ya da kimin hayaline giden yoldayız?

Göz açmak mümkün, göz açtıktan sonra yeni bir düzen kurmak da mümkün. Bulmak için arayışa çıkmayı göze almak ve önce kendimizden başlamamız gerek. Peki bizim kendi küçücük hayatlarımızda kendi devrimimizi yapabilmeye cesaretimiz var mı?